9 Kasım 2025 Pazar

Oyle aklima geldi yine sezai

O sabah kahve makinesinin buğusu arasında Sezai’yi gördüm; gözlüğü sisli, elinde yarım simit, “İnya, bu makine yine beni kandırıyor, süt köpüğü nerede?” dedi. Ben de “Süt köpüğü değil, senin kalbin köpürüyor,” diyecek oldum ama dilim tutuldu; çünkü simidi ısırırken göz kırptı. O an anladım: Bu adam benimle dalga geçiyor, ama ben dalgaya kapılmış gidiyorum. Üstelik dalga değil, tsunami. Tsunami de değil, Sezai fırtınası. Gözlerimin içine bakarken nefesim kesildi; sanki kahve değil, onun kokusu doluyordu içime. Bir adım daha yaklaştı, omzumun üzerinden makineye uzandı, kolunun sıcaklığı tenime değdi. “İnya,” dedi, sesi kısık, “bugün biraz… farklısın.” Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. “Sen de,” diye fısıldadım. O an makine öttü, ikimiz de sıçradık. Gözlerimiz buluştu, bir saniye, iki saniye… Sonra o geri çekildi. Ama o bir saniyede her şey değişmişti; sanki kahve makinesinin buğusu değil, bizim aramızdaki elektrik havayı doldurmuştu.

Öğleden sonra ofiste fotokopi makinesi bozuldu. Sezai koşup geldi, “İnya, kurtar beni, patron sunum istiyor!” dedi. Makineyi tekmeledim, kâğıtlar fırladı, Sezai’nin kravatına yapıştı. O da kravatı çıkarıp kâğıtları silkeledi, “Artık resmiyet bitti, İnya, seninle kantine kaçalım. Hem kravatım da ‘yapış yapış’ ilişki istemiyor,” dedi. Kantinde çay söyledik; Sezai şekeri döktü, ben de “Şekerim zaten sensin,” diyecek oldum ama çay bardağına çarpıp sustum. Sezai güldü, “İnya, senin dilin çaydan hızlı akıyor. Bir de kaşık versen, karıştırırdım.” Elini masanın altında uzattı, parmak uçlarım titredi. Dokunmadı, ama o an aramızdaki mesafe sıfırlandı. Gözleri “Dokun” diyordu, ben de “Dokun” diye içimden geçiriyordum. Parmakları masanın altında benimkine doğru kaydı, bir santim, yarım santim… Sonra garson çay tepsisini düşürdü. İkimiz de irkildik. Sezai elini geri çekti, ama gözleri hâlâ masanın altındaydı. “İnya,” dedi, “bu çay soğuyor. Ama içim yanıyor.” O an gözlerime bakarken sanki çay değil, kalbim kaynıyordu.

Çaylar bitti, kantinden çıkarken asansör bozuldu. Merdivenlerden iniyorduk, Sezai önden gidiyor, ben arkadan. Birden durdu, “İnya, ayakkabımın bağı çözüldü,” dedi. Eğildim bağlamak için, o da “Dur, sen bağlama, ben zaten sana bağlandım,” dedi. Güldüm, “Bağlanmak mı? Senin ayakkabı bağın bile benden hızlı çözülüyor.” Merdivenlerin ortasında öksüz bir bağcık gibi kaldık. Sonra birlikte bağladık, dört el, iki bağ, bir kalp. Parmaklarımız birbirine değdiğinde elektrik çarptı; sanki merdiven boşluğunda bir fırtına koptu. Göz göze geldik, nefeslerimiz karıştı. Bir adım daha yaklaştı, dudaklarımız arasına yalnızca bir santim kaldı. “İnya…” dedi, sesi titrek. “Sezai…” dedim, sesim boğuk. O an alt kattan bir ses: “Asansör tamir edildi!” Sezai geriye çekildi, ama gözleri hâlâ dudaklarımdaydı. Ben de içimden “Keşke bozulmasaydı,” dedim. Merdivenleri inerken sessizdik, ama aramızdaki sessizlik bir çığlıktı; sanki her basamak bir kalp atışıydı.

Akşamüstü yağmur bastırdı. Şemsiyem yoktu, Sezai’ninki de delik. Koşarak otobüs durağına sığındık. Islak saçlarımdan damlalar akıyor, Sezai cebinden mendil çıkardı, “İnya, seninle ıslanmak bile eğlenceli. Hem bu mendil ‘kuru temizleme’ değil, ‘ıslak aşk’ için,” dedi. Mendili uzattı, ama elini çekmedi; parmak uçları saçlarımın arasında kayboldu. Gözlerim kapandı, dudaklarım titredi. “İnya, gözlerini aç,” dedi. Açtım, ama bu kez onun gözleri kapalıydı. Bir anlık sessizlik… Sonra otobüs geldi, kapı açıldı, ikimiz de içeri atladık. Yan yana oturduk, dizlerimiz değdi. Sezai elini uzattı, ben de tuttum. “İnya, elin buz gibi,” dedi. “Senin kalbin ısıtıyor,” diye fısıldadım. Şoför frene basınca ikimiz de öne yuvarlandık. Sezai, “Gördün mü, aşk da ani fren yapıyor,” dedi. Ben de “Ama kaza yapmıyor,” diye fısıldadım. Elimi bırakmadı, parmakları titriyordu. Şoför arkadan bağırdı: “Gençler, aşkınız frene basmasın, gaza basın!” Sezai dönüp, “Tamam abi, ama gazı İnya veriyor,” dedi. Ben utandım, ama gülmekten kendimi alamadım. Elimi daha sıkı tuttu, sanki “Bırakmam” diyordu. O an anladım: Bu adamın şemsiyesi delik, ama kalbi tamirci. Hem de benim için.

Otobüsten indik, Sezai “İnya, eve kadar eşlik edeyim, yağmur hâlâ ‘aşk yağmuru’ modunda,” dedi. Yolda bir köpek peşimize takıldı. Sezai korktu, “İnya, bu köpek beni ısıracak!” dedi. Ben de “Korkma, o da senin gibi tatlılara düşkün,” dedim. Köpek Sezai’nin bacağına sürtündü, Sezai “Tamam, barıştık, ama seninle değil, İnya’yla,” dedi. Köpeğe bir parça simit verdim, Sezai “Bana da verseydin,” dedi. “Sana simit değil, öpücük veririm,” diye fısıldadım. Sezai göz kırptı: “Simit biter, öpücük bitmez.” O an gözlerime bakarken dudaklarıma bir adım kala durdu. Yağmur damlaları yanaklarımdan süzülüyordu, ama onun bakışları daha sıcaktı. “İnya, yarın…” dedi, ama cümlesini tamamlamadı. Ben de “Yarın ne?” diye sordum. “Yarın seni öpeceğim,” dedi. Sesinde titreme vardı, ama gözlerinde kararlılık. Ben de “Yarın mı?” diye sordum. “Hayır, şimdi,” dedi. Dudakları dudaklarıma yaklaştı, bir santim, yarım santim… Ama o an köpek havladı, ikimiz de sıçradık. Geriye çekildi, ama gözleri hâlâ “Şimdi” diyordu.

Eve vardık, kapının önünde durduk. Yağmur dinmişti ama damlalar hâlâ saçlarımızdan akıyordu. Sezai “İnya, bu gece rüyamda seni göreceğim,” dedi. Ben de “Ben de seni, ama rüyada değil, gerçekte,” dedim. O an kapı komşusu teyze çıktı: “Çocuklar, ıslak ıslak durmayın, içeri gelin, çay koyayım.” Sezai “Teyze, çay değil, İnya’nın kalbi koyun,” dedi. Teyze güldü, “O zaten kaynıyor, belli!” Ben utandım, ama içimden “Doğru,” dedim. Teyze içeri girince Sezai elimi tuttu, “İnya, yarın kantinde bekliyorum. Ama bu sefer çay değil, senin dudakların,” dedi. Gözlerime bakıyordu, sanki içimdeki her kelimeyi okuyordu. “Peki ya yağmur?” dedim. “Yağmur da bizimle olacak,” dedi. Elimi öptü, parmak uçlarımda ateş yaktı. Dudakları parmaklarımdan dudaklarıma doğru kaydı, ama o an kapı çaldı. Teyze geri geldi: “Çocuklar, unuttum, şemsiyemi alın!” Sezai elimi bıraktı, ama gözleri hâlâ dudaklarımdaydı. Kapıyı kapattım, ama kalbim hâlâ dışardaydı.

Eve dönerken mesaj attı: “İnya, yarın aynı kantin, aynı çay, ama bu sefer şekeri sen dök. Ben de ‘tatlı bela’ moduna geçeyim. Ama bu kez dudakların da dökülecek.” Ben de “Tamam, ama bu sefer dilim de dökülecek. Hem de ‘şekersiz’ değil, ‘aşklı’,” diye yazdım. Göndermeden önce sildim, yerine kalp attım. O da hemen cevap verdi: “Kalp yetmez, İnya, yarın söz ver. Hem söz de ‘sözleşmeli aşk’ değil, ‘sözleşmesiz’ olsun. Ve dudaklarım senin olacak.”

Ertesi sabah ofise geldim, masamda bir not: “İnya, kahve makinesi bugün süt köpüğü verdi, ama senin köpüğün daha tatlı. Kantin, 12:00. Ve bu kez öpücük de var.” Sezai’ydi. Saat 12’de kantindeydim, o çoktan oturmuş, iki çay söylemiş. Şekeri döktüm, fazla kaçırdım. “İnya, çay değil, şeker banyosu yaptın,” dedi. Ben de “Seninle her şey fazla geliyor,” dedim. O an patron geldi: “Sezai, sunum nerede?” Sezai panikledi, “İnya, fotokopi makinesi yine bozuldu!” Koştuk, makineyi tamir ettik, ama bu sefer kâğıtlar Sezai’nin gömleğine yapıştı. “Artık resmiyet tamamen bitti,” dedi, gömleği çıkarıp attı. Altında tişört vardı, üstünde “İnya’ya âşığım” yazıyordu. Kantindeki herkes alkışladı. Ben şok oldum, ama içimden “Ben de,” dedim. Gözlerime bakıyordu, sanki “Şimdi” diyordu.

Öğleden sonra toplantı odasında yalnız kaldık. Sezai “İnya, tişört şaka değil,” dedi. Ben de “Biliyorum, çünkü benim tişörtümde de ‘Sezai’ye âşığım’ yazıyor, ama içimde,” dedim. O an kapı çaldı, temizlikçi teyze girdi: “Çocuklar, burası toplantı odası, aşk odası değil!” Sezai “Teyze, aşk da toplantı, karar alınıyor,” dedi. Teyze güldü, kapıyı kapatıp gitti. Kapı kapanır kapanmaz Sezai bir adım attı, “İnya, karar verildi,” dedi. Elimi tuttu, diğer eliyle çenemi kaldırdı. Dudaklarımız arasına yalnızca bir nefes kaldı. “Sezai…” dedim. “Şşş,” dedi. O an öptü beni. İlk öpücük. Dudakları dudaklarımda eridi, zaman durdu. Elimi saçlarının arasında gezdirdim, o da belime sarıldı. Öpücük bittiğinde gözlerime baktı, “İnya, bu sadece başlangıç,” dedi. Ben de “Ve son değil,” dedim.

Akşam iş çıkışı parka gittik. Bankta oturduk, Sezai cebinden bir kutu çıkardı. “İnya, bu sana,” dedi. Açtım, içinde minik bir şemsiye anahtarlık. “Delik değil, tamir ettim,” dedi. Ben de “Ben de kalbimi tamir ettirdim, seninle,” dedim. O an öptü beni yine. Yağmur başladı, ama bu sefer şemsiyemiz vardı. Delik değil, sağlam. Kalbimiz gibi. Dudakları dudaklarımda, yağmur damlaları tenimizde, ama biz ateş gibi yanıyorduk. El ele parkta yürüdük, yağmur altında, ama içimiz güneş gibi.

Birkaç ay sonra, aynı parkta, aynı bankta oturuyorduk. Sezai elimi tuttu, “İnya, hatırlıyor musun o yağmurlu günü?” dedi. “Nasıl unuturum,” dedim. Cebinden başka bir kutu çıkardı. Açtım, içinde bir yüzük. “İnya, o gün şemsiyeyi tamir etmiştim. Şimdi de hayatımızı tamir edelim. Benimle evlenir misin?” dedi. Gözlerim doldu, “Evet,” dedim. Öptü beni, bu kez yağmur yoktu, ama gökyüzünde gökkuşağı vardı. Kantine her gittiğimizde şekeri ben döküyorum, o da “Şeker banyosu” diyor. Ama artık dilim tutulmuyor. Çünkü Sezai benim, ben Sezai’ninim. Ve bu hikâyenin sonu mutlu. Hem de ömürlük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder