Alanya’nın karanlığında otobüs hareket ederken, başımı cama yasladığım anda anılar bir sel gibi boşaldı içime. Dört sene değil, sanki kırk sene geçmişti.
İlk anı:
2020 yazı, Kadıköy. Emir’le ilk kez el ele tutuştuğumuz gece. Moda Sahili’nde, dondurma yiyoruz. O bana dönüp “Biliyor musun, seninle geçirdiğim her saniye zaten ömür boyu yeter” demişti. Ben gülmüştüm. “Abartma” demiştim. Ama o gülmemişti. Gözlerinin içine bakmıştım, o an anlamıştım: Bu adam beni gerçekten seviyor. Gerçekten, delicesine.
İkinci anı:
2021 kışı, Karaköy’deki o küçücük evi. Isınmıyor diye birbirimize sarılıp uyuyorduk. Sabahları erkenden kalkar, ona Türk kahvesi yapardım. Fal bakardı bana, hep aynı şeyi söylerdi: “Bu fincan diyor ki, bir gün kaçacaksın benden.” Gülüp “Saçmalama” derdim. Ama fincan haklı çıktı.
Üçüncü anı:
O son gece.
Kadıköy iskelesinin önündeki bank. Saat 01:17. Emir elinde iki bira, gözleri kıpkırmızı. “Gitme” dedi, sesi çatallaşarak. “Lütfen gitme.”
Ben ayağa kalktım. “Yapamıyorum Emir. Ben böyle biri değilim. Ailem, arkadaşlarım, herkes…”
Sözümü bitirmeme izin vermedi. “Herkes mi? Ben kimim peki?” dedi.
Sessiz kaldım.
Sonra sırtımı döndüm ve yürüdüm.
Yürürken arkamdan seslendi: “Bir gün gece otobüsüyle gelirsen, ben hâlâ burada olacağım.”
Durmadım.
Ama o cümle, dört senedir her gece kulaklarımda çınladı.
Dördüncü anı:
Gidişimden üç ay sonra attığı mesaj.
“Bugün yine 21:30 otobüsüne baktım.
İnmedin.
Sorun değil.
Yarın yine bakacağım.”
Beşinci anı:
Geçen yıl, doğum günümde gelen tek mesaj.
“Nice mutlu yıllara.
Hâlâ 12 numarayı kontrol ediyorum bazen.
Bir gün oturursun belki.”
Altıncı anı:
İki hafta önceki mesaj.
“Bu akşam 21:30’da Alanya’dan bir otobüs var.
Biliyorum gelmeyeceksin.
Ama ben yine de Esenler’de olacağım.
Çünkü söz verdim.
Kendime söz verdim.
Seni bekleyeceğime dair.”
Otobüs Bolu Dağı’nı tırmanırken, camda kendi yansımama baktım. Gözlerim şiş, yüzüm solgun. Dört senedir her gece aynı rüyayı görüyordum: Emir peronda duruyor, elinde sahlep, bana bakıyor. Ben iniyorum. Koşuyorum. Sarılıyoruz.
Sonra uyanıyordum.
Yalnız uyanıyordum.
Ama bu gece…
Bu gece rüya değildi.
Otobüs Esenler’e girerken, içimdeki tüm korkular bir anda sustu.
Çünkü biliyordum.
Bu sefer gerçekten oradaydı.
Kapı açıldı.
İndim.
Ve gördüm.
Oradaydı.
Dört senedir her gece rüyama giren o siluet, gerçekti artık.
Siyah palto, atkı, titreyen eller, iki bardak sahlep…
Ve o gözler.
Hâlâ aynı bakan, hâlâ aynı seven gözler.
Göz göze geldiğimiz anda, sanki dünya durdu.
Emir bir adım attı.
Sonra bir adım daha.
Sonra koşmaya başladı.
Ben de koştum.
Çarpıştık.
Kolladı beni.
Bütün gücümle sarıldım ona.
Yüzünü boynuma gömdü.
Titriyordu.
Ben de titriyordum.
“Geldin…” dedi, sesi ağlamaktan kısılmış. “Geldin lan… Geldin be…”
Göğsüne yumruk attım. Çok yumuşak.
“Niye bırakmadın peki?” dedim hıçkırarak. “Niye bırakmadın beni?”
Başımı saçlarıma gömdü.
“Çünkü sen benim her şeyimdin” dedi. “Hâlâ öylesin.”
Sahlep bardakları yerde kırılmış, sıcak sıvı ayakkabılarımızı ıslatıyordu.
Ama umurumuzda bile değildi.
Alnını alnıma dayadı.
Nefesi yüzüme değiyordu.
“Hoş geldin” dedi, gözleri kapalı. “Hoş geldin ömrüme.”
Gözyaşlarımız birbirine karıştı.
Dört senelik özlem,
dört senelik pişmanlık,
dört senelik aşk…
Bir sarılmada bitti.
Ve ben, nihayet,
eve dönmüştüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder