28 Kasım 2025 Cuma

Gölgelerin Ardındaki Adam



Karakter: Metin, 30'lu yaşlarının sonlarında, dışarıdan bakıldığında iri, kaslı ve kendine güvenli bir adam. Sakallı, dövmeli kolları ve atletik yapısıyla dikkat çekiyor. Ancak bu dış görünüşün ardında, çocuksu bir saflık, beklenmedik korkular ve insanlarla iletişim kurma konusunda utangaçlık yatıyor. İçten içe hassas, sanatçı ruhlu ve biraz da sakar.
Logline: Dış görünüşüyle bir gladyatörü andıran, ancak ruhu bir şairi olan Metin'in, hayatının en büyük draması olan aşka ulaşmak için, istemeden dahil olduğu bir komedi zinciri ve yanlış anlaşılmalarla dolu bir macerası.
1. PERDE
SAHNE 1: GÜN BATIMI - LÜKS OTEL HAVUZ BAŞI
Güneş batarken, lüks bir otelin havuz başında Metin, bronzlaşmış cüssesi ve dövmeleriyle dikkat çekiyor. Yüzünde düşünceli bir ifade var. Elinde küçük bir eskiz defteriyle oturmuş, etraftaki insanları değil, havuzun kenarındaki bir çiçeği çizmeye çalışıyor. Yanında oturan, flörtöz tavırlı bir kadın (AYLİN, 30'lu yaşlarında, iddialı) ona yanaşır.
AYLİN
(Gülümseyerek)
Çok derin düşüncelere dalmışsınız, beyefendi. Ne çiziyorsunuz öyle?
Metin, irkilir ve defterini kapatmaya çalışır. Kekemeliğe yakın bir ses tonuyla.
METİN
Ş-şey... Bir... bir çiçek.
AYLİN
(Gülerek)
Ben de sizi dövme modellerinden biri zannetmiştim. Çiçek çizmek... Ne kadar da... tatlı.
Metin kızarır, kalkmaya çalışır. Aylin onu durdurur.
AYLİN
Bekleyin! Ben Aylin. Bir içki içer miyiz?
METİN
Şey... Ben... gitmem lazım. Benim... Benim kedim beni bekler.
Aylin şaşkınlıkla Metin'in arkasından bakar. Metin aceleyle uzaklaşır.
SAHNE 2: GECELERİ - METİN'İN APARTMAN DAİRESİ
Metin'in dairesi, dışarıdan beklenen ihtişamdan çok uzak, dağınık ama samimi bir yerdir. Sanat kitapları, eski filmler, müzik aletleri ve ortalıkta dolaşan, tüy dökmüş bir kedi (MİNKET) vardır. Metin kapıyı kapatır kapatmaz, cüssesine zıt bir hafiflikle sandalyeye yığılır.
METİN
(Minket'e)
Yine mi başaramadım Minket? Yine mi kekeledim? O kadın benden korktu sandım. Oysa sadece bir papatya çiziyordum.
Minket miyavlar. Metin derin bir iç çeker. Sanatçı hayalleri kuran, aşık olmaktan korkan, ama bir yandan da yalnızlıktan sıkılan bir adamın portresi çizilir. Metin, dolabından eski bir aşk mektubu çıkarır. Mektubu okurken hüzünlenir. Bu, yıllar önce kaybettiği ve unutamadığı bir aşkın mektubudur.
SAHNE 3: ERTESİ GÜN - FİLM SETİ
Metin, aslında bir film setinde güvenlik görevlisidir. Dış görünüşü nedeniyle genellikle "bad-guy" rolleri için figüranlık teklifleri alır ama o reddeder. Bugün, setin kalabalık olduğu bir gündür. Ünlü, kaprisli bir oyuncu (BERRAK, 40'lı yaşlarında, diva tavırlı) sette olay çıkarır.
BERRAK
(Yönetmene bağırarak)
Bu makyaj ne böyle? Beni yaşlı bir cadıya çevirmişsiniz! Hemen yenisi gelsin!
Metin, köşede sessizce dururken, Berrak'ın şımarık tavırları onu rahatsız eder. Bir ara, Berrak'ın makyaj masasının yanındaki vazodan bir çiçek düşer. Metin içgüdüsel olarak çiçeği yerden alır ve vazoya yerleştirir. Berrak, Metin'i fark eder.
BERRAK
(Alaycı bir gülümsemeyle)
Vay canına, ne kadar da duyarlısınız. Siz herhalde bu filmdeki kötü adam rolü için fazla hassassınızdır.
METİN
(Kızararak)
Hayır, ben... ben sadece...
Yönetmen (CAN, 50'li yaşlarında, sabırsız) araya girer.
CAN
Metin, senin işin güvenlik. Çiçeklerle ilgilenmek değil.
Metin, başını öne eğer. Bu olay, onun dış görünüşüyle iç dünyası arasındaki çelişkiyi bir kez daha vurgular.
SAHNE 4: KAFE - ÖĞLE ARASI
Metin, setten arkadaşı, tek dostu olan (SELİM, 30'lu yaşlarında, zayıf, esprili) ile kafede oturur. Selim, Metin'in sessizliğini fark eder.
SELİM
Ne oldu yine? Berrak Hanım'la mı papatya muhabbeti yaptın?
METİN
(Hafifçe gülümseyerek)
Gülme be. O beni hiç anlamıyor. Hiç kimse beni anlamıyor. Ben sadece... normal bir insan olmak istiyorum. Güzel bir kadınla tanışıp, şiirlerden, sanattan konuşmak istiyorum. Ama herkes benden ya korkuyor ya da benimle dalga geçiyor.
SELİM
(Omuz silkerek)
Kankam, sen kaslı bir Thor'sun. Papatya sevdası biraz... garip kaçıyor. Ama bak, sette yeni bir senarist var. BELİZ. Belki onunla konuşursun. O da biraz "garip" galiba. En azından çiçeklere tepki vermez.
Metin tereddüt eder. Yeni biriyle tanışma fikri onu hem heyecanlandırır hem de korkutur.
SAHNE 5: FİLM SETİ - BELİZ İLE TANIŞMA
Beliz (30'lu yaşlarında, gözlüklü, dağınık topuzlu, kendi dünyasında yaşayan, ama zeki ve duyarlı bir kadın) elinde bir senaryo taslağıyla sete gelir. Yanlışlıkla bir kutuya takılır ve bütün kağıtları yere saçılır. Kimse yardım etmez. Metin, içinden bir ses dinleyerek ona doğru yürür.
METİN
(Eğilerek kağıtları toplarken)
İyi misiniz?
BELİZ
(Şaşkınlıkla Metin'e bakarak)
İyiyim, teşekkür ederim. Siz... siz Metin, değil mi? Güvenlikten.
METİN
Evet. Ben... evet.
Beliz, Metin'in iriliğinden çekinmez, aksine merakla bakar.
BELİZ
(Gülümseyerek)
Teşekkürler. Bu senaryo taslakları benim için çok önemliydi. Sizin gibi cüsseli birinden bu kadar nazik bir yardım almak... şaşırtıcı.
Metin, ilk kez biri tarafından "şaşırtıcı" bir şekilde değil, "nazik" bir şekilde karşılandığı için mutlu olur.
BELİZ
(Yerden aldığı bir kağıtta Metin'in karakalem çiçek çizimini fark eder.)
Bu... bu sizin çiziminiz mi? Harika!
Metin şaşırır.
METİN
Siz... siz mi beğendiniz?
BELİZ
Elbette! Çok duyarlı bir çizim. Ben de şiir yazarım. Duyguların bu kadar güçlü bir bedende saklı olması... ilginç.
Metin ve Beliz arasında bir kıvılcım oluşur. Beliz'in ilgisi, Metin'in kabuğunu kırması için bir fırsattır.
SAHNE 6: FİLM SETİ - YANLIŞ ANLAŞILMALAR BAŞLIYOR
Metin, Beliz'e karşı hissettiği yakınlığı saklamaya çalışır. Ancak, sete gelen kötü şöhretli, yakışıklı bir başrol oyuncusu (DENİZ, 30'lu yaşlarında, kibirli) Beliz'le yakınlaşmaya başlar. Deniz, Metin'in Beliz'e olan ilgisini fark eder ve onu kıskandırmak için küçük oyunlar oynar.
DENİZ
(Beliz'e, Metin'in duyacağı şekilde)
Beliz'cim, senaryon gerçekten harika. Bu kadar hassas bir ruha sahip bir kadının bu kadar güçlü bir eser yazması... etkilendim.
Metin, içten içe kıskanır ama tepki vermez. Selim, Metin'i cesaretlendirmeye çalışır.
SELİM
Git konuş abi. Çiçeklerden bahset. Şiirlerden bahset. Beliz seni anlar.
Metin cesaretini toplar. Beliz'in yanına gider.
METİN
Beliz... ben...
Deniz araya girer.
DENİZ
(Metin'i küçümseyerek)
Güvenlik görevlisi Metin, bir derdin mi var? Bir şey mi oldu?
METİN
Hayır, ben... ben sadece...
Beliz, Metin'in gerginliğini fark eder.
BELİZ
(Nazikçe)
Bir sorun mu var Metin?
Metin, Deniz'in bakışları altında kekelemeye başlar ve cümlesini tamamlayamaz. Sadece "Yok bir şey" diyerek uzaklaşır. Beliz şaşkınlıkla arkasından bakar.
PERDE SONU
2. PERDE
SAHNE 1: GECELERİ - METİN'İN APARTMAN DAİRESİ
Metin, evde Minket'le oturmuş, Beliz'le olan başarısız konuşmasını düşünür. Sinirinden bir boks torbasına vurmaya başlar. Kaslı vücuduyla torbayı sallarken, bir yandan da kendine kızar.
METİN
(Minket'e)
Ben ne kadar beceriksiz bir adamım! Ne zaman birine içimi açmaya çalışsam, bir felaket oluyor. Deniz de ona yakışıklı yakışıklı gülümsedi. Benden korktu kesin.
Minket, miyavlayarak Metin'i teselli etmeye çalışır. Metin, boks torbasının yanındaki eskiz defterini açar. İçinde Beliz'in portresini çizmeye çalıştığı birkaç taslak vardır. Portreler oldukça başarılıdır.
SAHNE 2: FİLM SETİ - KOMİK OLAYLAR ZİNCİRİ
Metin, Beliz'e yaklaşmaya çalışırken sürekli komik yanlış anlaşılmalara maruz kalır.
Olaya 1: Berrak, setteki bir yiyecek arabasından kek çalarken Metin onu fark eder. Metin, "Yasak!" demek yerine kekleri göstererek "S-s-size mi?" diye sorar. Berrak, Metin'in kendisine kek teklif ettiğini sanır ve "Ne kadar naziksiniz!" diyerek keklerin hepsini alır.
Olaya 2: Metin, Beliz'e bir fincan kahve götürmek ister. Ancak, Deniz'in bir sahne gereği yere döktüğü kan efektinin üzerine basar ve kahve kupasıyla birlikte yere yuvarlanır. Üzerine kan efekti bulaşmış kahve, korkunç bir sahne yaratır. Beliz ve diğerleri Metin'in yaralandığını zanneder. Metin, utancından kızarır.
SELİM
(Metin'e yardım ederken, gülmekten kendini tutamaz)
Abi, bu ne hal! Cinayet mahallinden mi kaçtın?
Metin, Beliz'in endişeli bakışları altında iyice utanır.
SAHNE 3: FİLM SETİ - BELİZ'İN ŞÜPHESİ
Beliz, Metin'in tuhaf davranışlarını gözlemler. Deniz'in sürekli Metin'i küçük düşürme çabası ve Metin'in bu durumlardaki çekingenliği onun dikkatini çeker. Beliz, Metin'in dış görünüşünün ardında farklı bir şeyler olduğunu hissetmeye başlar.
Beliz, Selim'e yaklaşır.
BELİZ
Metin neden bu kadar garip davranıyor? Benden mi hoşlanmıyor?
SELİM
(Gülümseyerek)
Tam tersi Beliz. O senden... o senden bayağı hoşlanıyor. Ama Metin biraz... "zor bir kitap". Kapağına aldanmayın. İçi şair doludur.
Beliz şaşırır.
BELİZ
Şair mi?
SELİM
Evet. Hatta çiçek çizer, şiir okur. Kedisi bile var.
Beliz, Metin'e karşı daha fazla merak duymaya başlar.
SAHNE 4: KAFE - BELİZ VE METİN'İN YAKINLAŞMASI
Beliz, bir gün öğle arasında Metin'i kafede yalnız görür. Elinde bir şiir kitabı vardır. Cesaretini toplar ve yanına oturur.
BELİZ
Metin, yalnız mısınız?
METİN
(İrkiliyor)
Ş-şey... evet.
BELİZ
(Kitabı göstererek)
Bu kitabı biliyor musunuz? Çok severim.
Metin'in gözleri parlar.
METİN
Ah... evet! Çok... çok güzel bir şair. Özellikle de... (Bir mısra okumaya başlar, ilk kez bu kadar rahatlamıştır.)
Beliz, Metin'in şiir okurkenki ses tonundan ve duygusal ifadesinden çok etkilenir. Dışarıdaki o kaslı, sert adam gitmiş, yerine hassas ve romantik bir şair gelmiştir.
BELİZ
(Hayranlıkla)
Harika okuyorsunuz. Neden daha önce hiç konuşmadık bu konularda?
METİN
Ben... ben utangaç bir adamım Beliz. İnsanlar beni yanlış anlar diye korkuyorum.
BELİZ
(Gülümseyerek)
Ben de hep yanlış anlaşılmışımdır. Yazar olduğum için insanlar beni hep "kafa karıştırıcı" bulur. Belki de bu yüzden anlaşıyoruzdur.
İkisi arasında samimi bir sohbet başlar. Metin, ilk kez bu kadar rahat bir şekilde kendini ifade eder. Geçmişindeki aşk hikayesinden, resim tutkusundan, Minket'ten bahseder.
SAHNE 5: FİLM SETİ - DENİZ'İN PLANLARI
Deniz, Metin ve Beliz'in yakınlaşmasından rahatsız olur. Metin'i Beliz'in gözünden düşürmek için bir plan yapar. Metin'in güvenlik görevlisi kimliğini kullanarak, setten çalınan bir prop'u (önemsiz bir eşya) Metin'in dolabına yerleştirir ve onu hırsızlıkla suçlatmaya çalışır.
SAHNE 6: FİLM SETİ - METİN'İN SUÇLANMASI
Yönetmen Can ve polis, Metin'in dolabında çalıntı prop'u bulur. Metin şoke olur.
CAN
(Öfkeli)
Metin! Bu ne demek oluyor? Setten eşya mı çalmaya başladın?
METİN
(Şaşkınlıkla)
Hayır! Ben... ben yapmadım!
Beliz, Metin'in masumiyetine inanır. Deniz ise sinsi bir şekilde gülümser. Selim de Metin'in masum olduğuna emindir.
BELİZ
Buna inanamıyorum! Metin asla böyle bir şey yapmaz!
Yönetmen, Metin'i işten atar. Metin, dış görünüşü nedeniyle yine önyargılara kurban gitmiştir.
PERDE SONU
3. PERDE
SAHNE 1: GECELERİ - METİN'İN APARTMAN DAİRESİ
Metin, evde perişan haldedir. Minket onun yanına sokulur. Beliz onu arar ama Metin telefonu açmaz. Kendini dış dünyadan soyutlamıştır.
METİN
(Minket'e)
Gördün mü Minket? Kimse bana inanmadı. Yine yalnız kaldım.
SAHNE 2: BELİZ'İN ARAŞTIRMASI
Beliz, Metin'in masumiyetine inanır ve gerçeği ortaya çıkarmak için kendi araştırmasına başlar. Selim'den yardım ister. Birlikte, setin güvenlik kameralarını incelerler ve Deniz'in prop'u Metin'in dolabına koyduğu anı yakalarlar.
BELİZ
(Kamera kayıtlarını izlerken)
Biliyordum! Metin masum!
SELİM
Sen ne kadar iyi bir insansın Beliz.
SAHNE 3: FİLM SETİ - GERÇEKLER ORTAYA ÇIKIYOR
Beliz ve Selim, kamera kayıtlarıyla birlikte Yönetmen Can'ın yanına giderler. Can, kayıtları izleyince şoke olur ve Deniz'i sete çağırır. Deniz köşeye sıkışmıştır.
CAN
(Deniz'e öfkeli)
Bunu sen mi yaptın Deniz? Metin'i neden tuzağa düşürdün?
DENİZ
(Kekelemeye başlar)
Ben... ben sadece...
CAN
Sırf kıskançlık yüzünden mi? Metin'i bir an önce bulup özür dilemeliyiz.
SAHNE 4: METİN'İN EVİ - UZLAŞMA
Beliz, Metin'in kapısına dayanır. Metin, kapıyı açmak istemez.
BELİZ
Metin! Benim! Kapıyı aç lütfen!
Metin tereddütle kapıyı aralar. Beliz, kamera kayıtlarını gösterir.
BELİZ
Masumsun Metin! Deniz seni tuzağa düşürmüş. Herkes öğrendi. İşine geri dönebilirsin.
Metin, şaşkınlıkla bakar. Gözleri dolar. İlk kez biri onun için bu kadar mücadele etmiştir.
METİN
Sen... sen bana inandın mı?
BELİZ
(Gülümseyerek)
Elbette inandım. Çünkü sen koca yürekli bir şairsin Metin.
Metin, Beliz'e sarılır. Bu sarılma, yıllardır sırtında taşıdığı yalnızlık yükünü hafifletir.
SAHNE 5: FİLM SETİ - METİN'İN DÖNÜŞÜ VE KAHRAMANLIĞI
Metin, sete geri döner. Yönetmen ve ekip üyeleri ondan özür diler. Deniz, pişmanlıkla Metin'in yanına gelir.
DENİZ
Metin... Ben... çok özür dilerim. Çok büyük bir hata yaptım.
Metin, Deniz'i affeder. Bu olay, Metin'i daha da olgunlaştırır.
Bu sırada, sette büyük bir yangın çıkar. Paniğe kapılan Berrak, bir dekorun altında kalır. Herkes kaçışırken, Metin içgüdüsel olarak yangının içine dalar ve Berrak'ı kurtarır. Berrak, hayatında ilk kez bu kadar samimi bir şekilde Metin'e teşekkür eder.
BERRAK
Metin... Sen bir kahramansın.
SAHNE 6: GÜN BATIMI - FİLMİN SON SAHNESİ VE YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Filmin son sahnesi çekilir. Metin, yine havuz başında oturmuş, bu kez bir çiçek çizmek yerine, Beliz'in portresini çizer. Beliz gelir ve Metin'in yanına oturur.
BELİZ
Ne çiziyorsunuz bu sefer?
METİN
(Gülümseyerek)
Benim ilham perimi.
Beliz, çizime bakar ve gülümser.
BELİZ
Çok güzel olmuş.
METİN
Benim için artık her şey daha güzel. Senin sayende, insanlar artık beni içimdeki Metin olarak görmeye başladı.
BELİZ
(Metin'in elini tutarak)
Ve ben de öyle.
Metin ve Beliz, gün batımına karşı el ele otururlar. Metin'in dış görünüşü hala aynıdır, ancak içindeki utangaç, hassas şair, artık dünyayla barışıktır ve gerçek aşkı bulmuştur. Kameranın yavaşça geri çekilmesiyle, sahnenin üzerinde "FİLM SONU" yazısı belirir.

18 Kasım 2025 Salı

Balik tutma

 Alanya’da, Kale’nin dibindeki o meşhur iskelede Hüseyin Amca yine tahtakurusu yemiş gibi kıpır kıpır oturuyor. Sabahın körü, hava zaten 35 derece, adamın üstünde hâlâ yün kazak var çünkü “rüzgâr çarpar” diye korkuyor. Termosunda demir gibi çay, cebinde yarım paket Malboro, oltanın ucunda da canlı karides... Karides dediğim öyle bir canlı ki, Hüseyin Amca misinaya takarken adama “kardeşim beni niye satıyorsun?” diye bakış attı resmen.


Oltayı salladı, misina uçuverdi denize. Hüseyin Amca da klasik pozisyon: bir eli kamışta, öbür eliyle sakalını kaşıyor, arada bir “Hadi bakalım yiğidim, gel de göreyim seni” diye denize sesleniyor. Balıklar da alışmış artık, genelde “yok amca bugün de pas” deyip geçiyorlar.


Ama bu sabah farklıydı. Makara birden “vırrrrrrrr” diye deli gibi döndü! Hüseyin Amca bir “ANA!” diye bağırdı ki, karşı yakadaki Side’den duyan oldu.


Kamışı kapmış, iki eliyle yapışmış, ama balık o kadar kuvvetli ki Hüseyin Amca’yı sandıktan kaldırıp iskelede tur attırmaya başladı. Adamın terlikleri uçtu, bir tanesi denize düştü. Hüseyin Amca bağırıyor:  

“Ulan bu ne lan, ahtapot mu, denizaltı mı, yoksa kaynımın eski karısı mı çekiyor beni?!”


Kalabalık toplandı tabii. Turistler selfie çekiyor, biri canlı yayın açmış “Turkish grandpa vs Jaws” diye. Çocuklar “Dede köpekbalığı tuttuuu!” diye zıplıyor. Hüseyin Amca’nın kızı telefonla aramış:  

“Baba ne oluyor, Instagram’da trend olmuşsun!”  

Hüseyin Amca nefes nefese: “Kızım sonra konuşuruz, şu an hayatımın maçını yapıyorum!”


Tam 47 dakika sürdü kavga. Hüseyin Amca’nın kolları makarna gibi oldu, göbeği terden parlıyor, bir ara oltayı bırakıp “Tamam sen kazandın, evli misin?” diye balığa sordu.


Sonunda balık yüzeye çıktı: Dev gibi bir orkinos! 130 kilo, pulları güneşten yansıyo, gözleri “ulan seni gidi emekli” der gibi bakıyor. İskeleye vurdu “pat!” diye, tahtalar titredi.


Kalabalık alkış kıyamet. Bir Alman turist: “Mister, this fish is 5000 euro!”  

Hüseyin Amca balığın yanına diz çöküyor, teri balığın üstüne damlıyor, kulağına eğilip fısıldıyor:  

“Bak yiğidim, 47 dakika beni sürat teknesi gibi gezdirdin, terliğimi denize attın, Instagram’da rezil ettin… Ama sen de yiğit çıktın. Git işine, ama bi daha karidesimi yemeye kalkma, bu sefer cüzdanımı da alır giderim!”


Misinayı kesiyor, orkinosu denize doğru yuvarlıyor. Balık bir an duruyor, Hüseyin Amca’ya bakıyor… sonra kuyruğunu bir sallıyor, resmen “like için teşekkürler” der gibi, muazzam bir takla atıp gözden kayboluyor.


Kalabalık şokta. Biri: “Amca niye bıraktın, zengin olacaktın!”  

Hüseyin Amca terliğini ararken omuz silkti:  

“Oğlum, ben bu balığı satsam yarın sabah kimle kavga edecem? Hem… adamın emeklilik maaşıyla 130 kiloluk balık tutması zaten milyonerlik değil mi? Bir de üstüne Instagram’da 2 milyon izlenmem var, fenomen oldum lan! Artık sponsorluk bekliyorum, Red Bull mu neydi o?”


O günden sonra Hüseyin Amca’nın iskelede yeni ritüeli var: Her sabah oltasını atıyor, sonra telefonunu çıkarıp denize gösteriyor:  

“Hadi bakalım yiğidim, gel de bugün de trend olalım! Ama bu sefer terliklerimi alma, yeni aldım, karı kızar!”


Ve hâlâ bekliyor… Çünkü Alanya’da en komik hikâye, tuttuğun balığı satmak değil, onunla 47 dakika dans edip, sonra “hadi git işine” deyip denize geri bırakmaktır. 😂🐟

17 Kasım 2025 Pazartesi

İstanbul yine

 Alanya’nın karanlığında otobüs hareket ederken, başımı cama yasladığım anda anılar bir sel gibi boşaldı içime. Dört sene değil, sanki kırk sene geçmişti.


İlk anı:  

2020 yazı, Kadıköy. Emir’le ilk kez el ele tutuştuğumuz gece. Moda Sahili’nde, dondurma yiyoruz. O bana dönüp “Biliyor musun, seninle geçirdiğim her saniye zaten ömür boyu yeter” demişti. Ben gülmüştüm. “Abartma” demiştim. Ama o gülmemişti. Gözlerinin içine bakmıştım, o an anlamıştım: Bu adam beni gerçekten seviyor. Gerçekten, delicesine.


İkinci anı:  

2021 kışı, Karaköy’deki o küçücük evi. Isınmıyor diye birbirimize sarılıp uyuyorduk. Sabahları erkenden kalkar, ona Türk kahvesi yapardım. Fal bakardı bana, hep aynı şeyi söylerdi: “Bu fincan diyor ki, bir gün kaçacaksın benden.” Gülüp “Saçmalama” derdim. Ama fincan haklı çıktı.


Üçüncü anı:  

O son gece.  

Kadıköy iskelesinin önündeki bank. Saat 01:17. Emir elinde iki bira, gözleri kıpkırmızı. “Gitme” dedi, sesi çatallaşarak. “Lütfen gitme.”  

Ben ayağa kalktım. “Yapamıyorum Emir. Ben böyle biri değilim. Ailem, arkadaşlarım, herkes…”  

Sözümü bitirmeme izin vermedi. “Herkes mi? Ben kimim peki?” dedi.  

Sessiz kaldım.  

Sonra sırtımı döndüm ve yürüdüm.  

Yürürken arkamdan seslendi: “Bir gün gece otobüsüyle gelirsen, ben hâlâ burada olacağım.”  

Durmadım.  

Ama o cümle, dört senedir her gece kulaklarımda çınladı.


Dördüncü anı:  

Gidişimden üç ay sonra attığı mesaj.  

“Bugün yine 21:30 otobüsüne baktım.  

İnmedin.  

Sorun değil.  

Yarın yine bakacağım.”


Beşinci anı:  

Geçen yıl, doğum günümde gelen tek mesaj.  

“Nice mutlu yıllara.  

Hâlâ 12 numarayı kontrol ediyorum bazen.  

Bir gün oturursun belki.”


Altıncı anı:  

İki hafta önceki mesaj.  

“Bu akşam 21:30’da Alanya’dan bir otobüs var.  

Biliyorum gelmeyeceksin.  

Ama ben yine de Esenler’de olacağım.  

Çünkü söz verdim.  

Kendime söz verdim.  

Seni bekleyeceğime dair.”


Otobüs Bolu Dağı’nı tırmanırken, camda kendi yansımama baktım. Gözlerim şiş, yüzüm solgun. Dört senedir her gece aynı rüyayı görüyordum: Emir peronda duruyor, elinde sahlep, bana bakıyor. Ben iniyorum. Koşuyorum. Sarılıyoruz.  

Sonra uyanıyordum.  

Yalnız uyanıyordum.


Ama bu gece…  

Bu gece rüya değildi.


Otobüs Esenler’e girerken, içimdeki tüm korkular bir anda sustu.  

Çünkü biliyordum.  

Bu sefer gerçekten oradaydı.


Kapı açıldı.  

İndim.


Ve gördüm.


Oradaydı.


Dört senedir her gece rüyama giren o siluet, gerçekti artık.  

Siyah palto, atkı, titreyen eller, iki bardak sahlep…  

Ve o gözler.  

Hâlâ aynı bakan, hâlâ aynı seven gözler.


Göz göze geldiğimiz anda, sanki dünya durdu.


Emir bir adım attı.  

Sonra bir adım daha.


Sonra koşmaya başladı.


Ben de koştum.


Çarpıştık.


Kolladı beni.  

Bütün gücümle sarıldım ona.  

Yüzünü boynuma gömdü.  

Titriyordu.  

Ben de titriyordum.


“Geldin…” dedi, sesi ağlamaktan kısılmış. “Geldin lan… Geldin be…”


Göğsüne yumruk attım. Çok yumuşak.  

“Niye bırakmadın peki?” dedim hıçkırarak. “Niye bırakmadın beni?”


Başımı saçlarıma gömdü.  

“Çünkü sen benim her şeyimdin” dedi. “Hâlâ öylesin.”


Sahlep bardakları yerde kırılmış, sıcak sıvı ayakkabılarımızı ıslatıyordu.  

Ama umurumuzda bile değildi.


Alnını alnıma dayadı.  

Nefesi yüzüme değiyordu.


“Hoş geldin” dedi, gözleri kapalı. “Hoş geldin ömrüme.”


Gözyaşlarımız birbirine karıştı.


Dört senelik özlem,  

dört senelik pişmanlık,  

dört senelik aşk…


Bir sarılmada bitti.


Ve ben, nihayet,  

eve dönmüştüm.

9 Kasım 2025 Pazar

Oyle aklima geldi yine sezai

O sabah kahve makinesinin buğusu arasında Sezai’yi gördüm; gözlüğü sisli, elinde yarım simit, “İnya, bu makine yine beni kandırıyor, süt köpüğü nerede?” dedi. Ben de “Süt köpüğü değil, senin kalbin köpürüyor,” diyecek oldum ama dilim tutuldu; çünkü simidi ısırırken göz kırptı. O an anladım: Bu adam benimle dalga geçiyor, ama ben dalgaya kapılmış gidiyorum. Üstelik dalga değil, tsunami. Tsunami de değil, Sezai fırtınası. Gözlerimin içine bakarken nefesim kesildi; sanki kahve değil, onun kokusu doluyordu içime. Bir adım daha yaklaştı, omzumun üzerinden makineye uzandı, kolunun sıcaklığı tenime değdi. “İnya,” dedi, sesi kısık, “bugün biraz… farklısın.” Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. “Sen de,” diye fısıldadım. O an makine öttü, ikimiz de sıçradık. Gözlerimiz buluştu, bir saniye, iki saniye… Sonra o geri çekildi. Ama o bir saniyede her şey değişmişti; sanki kahve makinesinin buğusu değil, bizim aramızdaki elektrik havayı doldurmuştu.

Öğleden sonra ofiste fotokopi makinesi bozuldu. Sezai koşup geldi, “İnya, kurtar beni, patron sunum istiyor!” dedi. Makineyi tekmeledim, kâğıtlar fırladı, Sezai’nin kravatına yapıştı. O da kravatı çıkarıp kâğıtları silkeledi, “Artık resmiyet bitti, İnya, seninle kantine kaçalım. Hem kravatım da ‘yapış yapış’ ilişki istemiyor,” dedi. Kantinde çay söyledik; Sezai şekeri döktü, ben de “Şekerim zaten sensin,” diyecek oldum ama çay bardağına çarpıp sustum. Sezai güldü, “İnya, senin dilin çaydan hızlı akıyor. Bir de kaşık versen, karıştırırdım.” Elini masanın altında uzattı, parmak uçlarım titredi. Dokunmadı, ama o an aramızdaki mesafe sıfırlandı. Gözleri “Dokun” diyordu, ben de “Dokun” diye içimden geçiriyordum. Parmakları masanın altında benimkine doğru kaydı, bir santim, yarım santim… Sonra garson çay tepsisini düşürdü. İkimiz de irkildik. Sezai elini geri çekti, ama gözleri hâlâ masanın altındaydı. “İnya,” dedi, “bu çay soğuyor. Ama içim yanıyor.” O an gözlerime bakarken sanki çay değil, kalbim kaynıyordu.

Çaylar bitti, kantinden çıkarken asansör bozuldu. Merdivenlerden iniyorduk, Sezai önden gidiyor, ben arkadan. Birden durdu, “İnya, ayakkabımın bağı çözüldü,” dedi. Eğildim bağlamak için, o da “Dur, sen bağlama, ben zaten sana bağlandım,” dedi. Güldüm, “Bağlanmak mı? Senin ayakkabı bağın bile benden hızlı çözülüyor.” Merdivenlerin ortasında öksüz bir bağcık gibi kaldık. Sonra birlikte bağladık, dört el, iki bağ, bir kalp. Parmaklarımız birbirine değdiğinde elektrik çarptı; sanki merdiven boşluğunda bir fırtına koptu. Göz göze geldik, nefeslerimiz karıştı. Bir adım daha yaklaştı, dudaklarımız arasına yalnızca bir santim kaldı. “İnya…” dedi, sesi titrek. “Sezai…” dedim, sesim boğuk. O an alt kattan bir ses: “Asansör tamir edildi!” Sezai geriye çekildi, ama gözleri hâlâ dudaklarımdaydı. Ben de içimden “Keşke bozulmasaydı,” dedim. Merdivenleri inerken sessizdik, ama aramızdaki sessizlik bir çığlıktı; sanki her basamak bir kalp atışıydı.

Akşamüstü yağmur bastırdı. Şemsiyem yoktu, Sezai’ninki de delik. Koşarak otobüs durağına sığındık. Islak saçlarımdan damlalar akıyor, Sezai cebinden mendil çıkardı, “İnya, seninle ıslanmak bile eğlenceli. Hem bu mendil ‘kuru temizleme’ değil, ‘ıslak aşk’ için,” dedi. Mendili uzattı, ama elini çekmedi; parmak uçları saçlarımın arasında kayboldu. Gözlerim kapandı, dudaklarım titredi. “İnya, gözlerini aç,” dedi. Açtım, ama bu kez onun gözleri kapalıydı. Bir anlık sessizlik… Sonra otobüs geldi, kapı açıldı, ikimiz de içeri atladık. Yan yana oturduk, dizlerimiz değdi. Sezai elini uzattı, ben de tuttum. “İnya, elin buz gibi,” dedi. “Senin kalbin ısıtıyor,” diye fısıldadım. Şoför frene basınca ikimiz de öne yuvarlandık. Sezai, “Gördün mü, aşk da ani fren yapıyor,” dedi. Ben de “Ama kaza yapmıyor,” diye fısıldadım. Elimi bırakmadı, parmakları titriyordu. Şoför arkadan bağırdı: “Gençler, aşkınız frene basmasın, gaza basın!” Sezai dönüp, “Tamam abi, ama gazı İnya veriyor,” dedi. Ben utandım, ama gülmekten kendimi alamadım. Elimi daha sıkı tuttu, sanki “Bırakmam” diyordu. O an anladım: Bu adamın şemsiyesi delik, ama kalbi tamirci. Hem de benim için.

Otobüsten indik, Sezai “İnya, eve kadar eşlik edeyim, yağmur hâlâ ‘aşk yağmuru’ modunda,” dedi. Yolda bir köpek peşimize takıldı. Sezai korktu, “İnya, bu köpek beni ısıracak!” dedi. Ben de “Korkma, o da senin gibi tatlılara düşkün,” dedim. Köpek Sezai’nin bacağına sürtündü, Sezai “Tamam, barıştık, ama seninle değil, İnya’yla,” dedi. Köpeğe bir parça simit verdim, Sezai “Bana da verseydin,” dedi. “Sana simit değil, öpücük veririm,” diye fısıldadım. Sezai göz kırptı: “Simit biter, öpücük bitmez.” O an gözlerime bakarken dudaklarıma bir adım kala durdu. Yağmur damlaları yanaklarımdan süzülüyordu, ama onun bakışları daha sıcaktı. “İnya, yarın…” dedi, ama cümlesini tamamlamadı. Ben de “Yarın ne?” diye sordum. “Yarın seni öpeceğim,” dedi. Sesinde titreme vardı, ama gözlerinde kararlılık. Ben de “Yarın mı?” diye sordum. “Hayır, şimdi,” dedi. Dudakları dudaklarıma yaklaştı, bir santim, yarım santim… Ama o an köpek havladı, ikimiz de sıçradık. Geriye çekildi, ama gözleri hâlâ “Şimdi” diyordu.

Eve vardık, kapının önünde durduk. Yağmur dinmişti ama damlalar hâlâ saçlarımızdan akıyordu. Sezai “İnya, bu gece rüyamda seni göreceğim,” dedi. Ben de “Ben de seni, ama rüyada değil, gerçekte,” dedim. O an kapı komşusu teyze çıktı: “Çocuklar, ıslak ıslak durmayın, içeri gelin, çay koyayım.” Sezai “Teyze, çay değil, İnya’nın kalbi koyun,” dedi. Teyze güldü, “O zaten kaynıyor, belli!” Ben utandım, ama içimden “Doğru,” dedim. Teyze içeri girince Sezai elimi tuttu, “İnya, yarın kantinde bekliyorum. Ama bu sefer çay değil, senin dudakların,” dedi. Gözlerime bakıyordu, sanki içimdeki her kelimeyi okuyordu. “Peki ya yağmur?” dedim. “Yağmur da bizimle olacak,” dedi. Elimi öptü, parmak uçlarımda ateş yaktı. Dudakları parmaklarımdan dudaklarıma doğru kaydı, ama o an kapı çaldı. Teyze geri geldi: “Çocuklar, unuttum, şemsiyemi alın!” Sezai elimi bıraktı, ama gözleri hâlâ dudaklarımdaydı. Kapıyı kapattım, ama kalbim hâlâ dışardaydı.

Eve dönerken mesaj attı: “İnya, yarın aynı kantin, aynı çay, ama bu sefer şekeri sen dök. Ben de ‘tatlı bela’ moduna geçeyim. Ama bu kez dudakların da dökülecek.” Ben de “Tamam, ama bu sefer dilim de dökülecek. Hem de ‘şekersiz’ değil, ‘aşklı’,” diye yazdım. Göndermeden önce sildim, yerine kalp attım. O da hemen cevap verdi: “Kalp yetmez, İnya, yarın söz ver. Hem söz de ‘sözleşmeli aşk’ değil, ‘sözleşmesiz’ olsun. Ve dudaklarım senin olacak.”

Ertesi sabah ofise geldim, masamda bir not: “İnya, kahve makinesi bugün süt köpüğü verdi, ama senin köpüğün daha tatlı. Kantin, 12:00. Ve bu kez öpücük de var.” Sezai’ydi. Saat 12’de kantindeydim, o çoktan oturmuş, iki çay söylemiş. Şekeri döktüm, fazla kaçırdım. “İnya, çay değil, şeker banyosu yaptın,” dedi. Ben de “Seninle her şey fazla geliyor,” dedim. O an patron geldi: “Sezai, sunum nerede?” Sezai panikledi, “İnya, fotokopi makinesi yine bozuldu!” Koştuk, makineyi tamir ettik, ama bu sefer kâğıtlar Sezai’nin gömleğine yapıştı. “Artık resmiyet tamamen bitti,” dedi, gömleği çıkarıp attı. Altında tişört vardı, üstünde “İnya’ya âşığım” yazıyordu. Kantindeki herkes alkışladı. Ben şok oldum, ama içimden “Ben de,” dedim. Gözlerime bakıyordu, sanki “Şimdi” diyordu.

Öğleden sonra toplantı odasında yalnız kaldık. Sezai “İnya, tişört şaka değil,” dedi. Ben de “Biliyorum, çünkü benim tişörtümde de ‘Sezai’ye âşığım’ yazıyor, ama içimde,” dedim. O an kapı çaldı, temizlikçi teyze girdi: “Çocuklar, burası toplantı odası, aşk odası değil!” Sezai “Teyze, aşk da toplantı, karar alınıyor,” dedi. Teyze güldü, kapıyı kapatıp gitti. Kapı kapanır kapanmaz Sezai bir adım attı, “İnya, karar verildi,” dedi. Elimi tuttu, diğer eliyle çenemi kaldırdı. Dudaklarımız arasına yalnızca bir nefes kaldı. “Sezai…” dedim. “Şşş,” dedi. O an öptü beni. İlk öpücük. Dudakları dudaklarımda eridi, zaman durdu. Elimi saçlarının arasında gezdirdim, o da belime sarıldı. Öpücük bittiğinde gözlerime baktı, “İnya, bu sadece başlangıç,” dedi. Ben de “Ve son değil,” dedim.

Akşam iş çıkışı parka gittik. Bankta oturduk, Sezai cebinden bir kutu çıkardı. “İnya, bu sana,” dedi. Açtım, içinde minik bir şemsiye anahtarlık. “Delik değil, tamir ettim,” dedi. Ben de “Ben de kalbimi tamir ettirdim, seninle,” dedim. O an öptü beni yine. Yağmur başladı, ama bu sefer şemsiyemiz vardı. Delik değil, sağlam. Kalbimiz gibi. Dudakları dudaklarımda, yağmur damlaları tenimizde, ama biz ateş gibi yanıyorduk. El ele parkta yürüdük, yağmur altında, ama içimiz güneş gibi.

Birkaç ay sonra, aynı parkta, aynı bankta oturuyorduk. Sezai elimi tuttu, “İnya, hatırlıyor musun o yağmurlu günü?” dedi. “Nasıl unuturum,” dedim. Cebinden başka bir kutu çıkardı. Açtım, içinde bir yüzük. “İnya, o gün şemsiyeyi tamir etmiştim. Şimdi de hayatımızı tamir edelim. Benimle evlenir misin?” dedi. Gözlerim doldu, “Evet,” dedim. Öptü beni, bu kez yağmur yoktu, ama gökyüzünde gökkuşağı vardı. Kantine her gittiğimizde şekeri ben döküyorum, o da “Şeker banyosu” diyor. Ama artık dilim tutulmuyor. Çünkü Sezai benim, ben Sezai’ninim. Ve bu hikâyenin sonu mutlu. Hem de ömürlük.

Ani

 Ben, Mert, artık “Aşkın Absürt Sanat Yönetmeni” değilim; Can beni “Galaksinin En Sabırlı Palyaçosu” ilan etti. Çünkü dün gece penguen Pando evi terk etti ve yerine konuşan bir tost makinesi geldi. Evet, tost makinesi konuşuyor. Adı Tostinho. Can “Pando buzluğa sığamadı, Tostinho daha kompakt!” dedi. Ben de “Kompakt mı? Gece 3’te ‘Kızarmış ekmek ister misiniz?’ diye bağırıyor!” dedim. Can “O sadece flörtöz!” dedi.


Sabah uyandım, hâlâ kelepçeliyiz. Can “Günaydın aşkım, kahvaltıda ne istersin?” dedi. Ben “Kelepçeyi çöz!” dedim. Can “Asla! Aşkımız zincirleme reaksiyon!” dedi. Mutfakta Tostinho devreye girdi: “Ben de kelepçeliyim, fişim prize takılı!” Ben “Senin fişin var, bizimki yok!” dedim. Can “Tostinho, sus, Mert’le özel konuşuyoruz!” dedi. Tostinho “Özel mi? Dün gece ‘Seni kızartırım’ dedim, duymadın mı?” Ben “Can, tost makinen seni aldatıyor!” dedim. Can “Kıskandın mı? Tostinho sadece ısınmak istiyor!” dedi.


Kahvaltıda Can “Sürpriz: Uçan waffle!” dedi. Waffle’ı fırlattı, tavana yapıştı. Ben “İniyor mu?” dedim. Can “Hayır, yeni avize!” dedi. Tostinho “Waffle avize mi? Ben de kızarmış ekmek avize olurum!” dedi. Can “Tostinho, yerini bil!” dedi. Tostinho “Yerim prize takılı, senin yerin Mert’in kalbi!” Ben “Kalp mi? Dün gece kelepçeyle uyuduk, kalp değil, bilek morardı!” dedim. Can “Mor bilek romantik! Moratoryum gibi!” dedi.


Öğlen “Hadi parka gidelim!” dedi. Kelepçeliyiz, tandem bisiklet yine hazır. Pedal çeviriyorum, Can arkadan ukulele çalıyor. Ama ukulele değil, patates. “Patatesle müzik yapıyorum, organik!” dedi. Ben “Patates mi çalınıyor?” dedim. Can “Evet, nota: Do-re-mi-patates!” dedi. Parka vardık, bir çocuk “Amca, neden zincirlisiniz?” dedi. Can “Aşk mahkumu!” dedi. Çocuk “Ben de mahkum olmak istiyorum!” dedi. Ben “Olmaz, ödevini yap!” dedim. Can “Ödev mi? Bizim ödevimiz absürtlük!” dedi.


Parkta uçan balon satıcısı gördük. Can “Bize balon alalım!” dedi. Baloncu “Helyum mu, hidrojen mi?” dedi. Can “Aşk gazı!” dedi. Baloncu “O bende yok!” dedi. Can “Olsun, helyum alalım, uçalım!” dedi. Balonu aldık, ikimiz de havalandık. Kelepçeliyiz, 10 metre yukarıda sallanıyoruz. Ben “İn aşağı!” dedim. Can “Asla, bulutlarda randevu!” dedi. Aşağıdan Tostinho’nun sesi: “Ben de uçmak istiyorum, fişimi uzatın!” (Can tost makinesini uzatma kablosuyla getirmiş.) Ben “Tostinho, sen prizde kal!” dedim. Can “Ayrımcılık bu, tost hakları!” dedi.


Akşam eve döndük, kapı yok. Yerine perde. Can “Yeni kapı konsepti: Tiyatro gibi gir!” dedi. Perdeyi açtım, içeride bir fil duruyor. “Adı Fiko, hayvanat bahçesinden ödünç!” dedi. Ben “Fil mi? Evde fil mi olur?” dedim. Can “Evet, Fiko trompet çalıyor!” dedi. Fiko trompet çaldı, tavan delindi. Ben “Komşular polisi arar!” dedim. Can “Arasın, Fiko şahit!” dedi. Tostinho “Ben de şahidim, kızarmış ekmek yemin!” dedi.


Gece “Yatmadan masal!” dedi. Can “Bir varmış, bir yokmuş, iki aşık kelepçeliymiş...” dedi. Ben “Bitti mi?” dedim. Can “Hayır, devamı: ...ve tost makinesi onları kızartmış!” dedi. Tostinho “Masalın sonu mutlu, çünkü çıtır çıtır!” dedi. Ben “Kapatın ışığı!” dedim. Can “Işık mı? Ampulü Fiko yuttu!” dedi. Karanlıkta Fiko trompet çaldı, Tostinho “Karanlıkta kızarma modu!” dedi. Ben “Sessizlik!” dedim. Can “Sessizlik mi? O bizim düşmanımız!” dedi.


Şimdi gece 4, hâlâ kelepçeliyiz. Fiko salonda uyuyor, Tostinho “Sıcak rüyalar” diyor, waffle tavanda kuruyor. Can “Yarın ne yapalım?” dedi. Ben “Boşanma avukatı!” dedim. Can “Avukatı da kelepçeyle getiririz!” dedi. Tostinho “Ben de avukat olurum, sözleşme kızarmış ekmek üstüne!” dedi. Fiko trompet çaldı: PRRRRT!


Ve ben, Mert, hâlâ gülüyorum. Çünkü bu ev bir sirk, bir tost makinesi, bir fil ve bir patates ukulelesi. Ve Can? O benim sonsuz absürt diyalog partnerim. Kelepçeyi çözmek mi? Asla. Zincirleme kahkaha devam ediyor!

Don Vito’nun Makarna İmparatorluğu


#### **Don Vito “Erişte Kral” Corleone-Türk**  

**Yaş:** 58  

**Doğum yeri:** Napoli (ama 5 yaşında İstanbul’a göç etmiş)  

**Aile:**  

- **Baba:** Don Giovanni – Napoli’de pizzacıydı, “Pizza yuvarlaktır, hayat karedir” derdi.  

- **Anne:** Ayşe Teyze – Adanalı, acılı makarna icat etti. Vito’nun salça sevgisi buradan.  

- **Kardeş:** “Lazanya” lakaplı abisi – İtalya’da kaldı, hâlâ “spagetti” diyor diye Vito onu aramaz.  


**Geçmiş:**  

- 15 yaşında ilk makarna tezgâhını açtı: **“1 TL’ye 1 tabak, üstüne naber?”**  

- 20’sinde kara borsada **kuru makarna** sattı. Lakabı o zaman çıktı: **“Makarna Kralı”**  

- 30’unda rakip çeteyle **“Makarna Savaşı”** yaptı. Silah yerine tencere kullandılar. Kazanan: **Salçalı taraf** (Vito).  

- 40’ında **“Mutluluk Makarnası”** tarifini buldu. Dedesinin günlüğünde: *“Baharatı fazla kaçırırsan, düşman dans eder.”*  


**Kişilik:**  

- **Takıntı:** Makarnayı çatal-bıçakla değil, **kaşıkla** yer. “Çatal İtalyan icadı, kaşık Türk!”  

- **Fobi:** Diyetisyenler. Bir tanesi “Karbonhidrat düşman” deyince, onu **makarna dükkânında garson** yaptı.  

- **Sözü:** “Bir tabak makarna, bin dostluk eder. Ama salçasızsa, düşman!”  


---


#### **“Sosis” Memo (asıl adı: Mehmet Sosisoğlu)**  

**Yaş:** 35  

**Boy:** 2.03 m  

**Kilo:** 152 (hepsi kas… ve makarna)  

**Doğum yeri:** Trabzon (ama 3 yaşında İstanbul’a taşındı)  


**Aile:**  

- **Baba:** Balıkçı – “Oğlum, denizde sosis olmaz” dedi, Memo makarnaya sardı.  

- **Anne:** “Makarna Kraliçesi” lakaplı Fatma Abla – Memo’ya 5 yaşında tencere hediye etti.  

- **Kardeş:** “Kıyma” lakaplı ikizi – Çete içinde kasap, Memo’nun kıymasını hazırlar.  


**Geçmiş:**  

- Çocukken **sumo güreşçisi** olmak istiyordu ama Türkiye’de ring yoktu.  

- 18’inde Don Vito’nun dükkânına girdi: **“Patron, makarnayı korurum!”**  

- İlk görevi: **Kedi kovalamak** – Ama kedi Memo’yu kovaladı, o gün fobisi başladı.  

- 25’inde **“Makarna Kalkanı”** icat etti: Tencereyi kalkan gibi kullanıyor.  


**Kişilik:**  

- **Korku:** Kediler. Bir kere kedi görünce **“Anneee!”** diye ağladı, 150 kilo adam!  

- **Yetenek:** 3 dakikada 5 kg makarna yer, hâlâ ayakta.  

- **Sözü:** “Kedi görürsem, makarnayı bırakıp kaçarım… ama tencereyi alırım!”  


---


#### **“Laz Böreği” Hasan Ağa**  

**Yaş:** 62  

**Doğum yeri:** Rize  

**Lakap kökeni:** Annesi börek ustasıydı, Hasan küçükken börekle uyurdu.  


**Aile:**  

- **Baba:** Çaycı – “Oğlum, çay böreksiz olmaz” dedi. Hasan makarnaya geçti.  

- **Anne:** “Börek Ana” – Hâlâ Rize’de, Hasan’a börek kargoluyor.  

- **Kuzen:** “Hamsi” lakaplı – Çete içinde balıkçı, ama makarna yemiyor diye dışlanıyor.  


**Geçmiş:**  

- 20’sinde **börek imparatorluğu** kurdu. Ama börek çabuk bayatlayınca battı.  

- 30’unda Don Vito’yla tanıştı: **“Makarna mı? Börek varken olmaz!”**  

- 40’ında **dans eden adam** oldu: Vito’nun baharatlı makarnası yüzünden 3 gün zeybek oynadı.  

- 50’sinde **“Dans Eden Börek”** lakabını aldı. Artık düğünlerde oynuyor.  


**Kişilik:**  

- **Takıntı:** Börek üstüne çay içer. Makarna yerse “Börek nerde?” diye sorar.  

- **Zayıf yön:** Dans edince duramıyor. Bir keresinde **düğün salonunu dağıttı**.  

- **Sözü:** “Börek kral, makarna prens. Ama dans kralı benim!”  


---


#### **Kedi “Pasta”**  

**Yaş:** 7 (insan yaşıyla 49)  

**Tür:** Tekir  

**Lakap:** “Depo Terörü”  


**Geçmiş:**  

- Don Vito’nun annesi sokakta buldu. Adı **“Makarna”** olacaktı ama “Pasta” dediler.  

- Memo’yu ilk gördüğünde **miyavladı**, Memo masanın altına girdi. O gün efsane oldu.  

- Depodaki fareleri kovuyor, ama **Memo’yu kovalıyor**.  


**Kişilik:**  

- **Hobisi:** Memo’nun poposuna pati atmak.  

- **Yemeği:** Makarna (ama salçasız).  

- **Sözü:** *Miyav!* (Çe2800: “Memo, yine mi korktun?”)  


---


#### **Yan Karakterler (Kısa Dosyalar)**  

1. **“Makaroniler”** – Don Vito’nun korumaları. Hepsi şef önlüğü giyer, silah yerine **rendeler**.  

2. **“Kıyma”** – Memo’nun ikizi. Kıyma doğrarken **“Bu et makarnaya gider!”** der.  

3. **Diyetisyen Garson** – Eski düşman. Artık dükkânda “Light makarna” satıyor, kimse almıyor.  


---


### **Yeni Sahne: Karakterler Tanışıyor**  

Don Vito’nun ofisinde toplantı:  

**Don Vito:** “Memo, tarif nerde?”  

**Memo:** “Patron, kedi yine masanın üstünde!”  

**Pasta:** *Miyav!*  

**Hasan Ağa (kapıda):** “Vito, börek getirdim, barışalım!”  

**Don Vito:** “Börek mi? Salça koy, makarna olur!”  

**Memo:** “Kedi bakıyor… ANNE!”  

*Tencere düşer, makarna yağmuru başlar.*  


**Ve hikaye, dans ederek devam eder…** 🍝😄

5 Kasım 2025 Çarşamba

Alanya Dolmus animda boyle bisey


Sahildeyim, güneş tepemde cayır cayır, beynim haşlanmış yumurta gibi. “Ayran içecem,” dedim, “ölürsem dolmuşta ölürüm!” Durağa geldim, dolmuş kapısı açık, şoför amca megafon gibi: “MERKEZ! BİNİN BİNİN, YER YOK AMA YER AÇARIZ!” İçerisi tam bir canlı hayvanat bahçesi:  

- Sağımda teyze, kucağında 3 poşet domates + 1 poşet salatalık (salatalıklar kafamı dürttü resmen).  

- Solumda abi, koltuk altına sıkıştırdığı tavuk kafesinde **HOROZ + 2 TAVUK** konser veriyor.  

- Ön koltukta çocuk, elinde dondurma, ama erimiş, koluna yapışmış, “Anneee yapışkanıı!” diye ağlıyor.  

- En önde dede, bastonuyla tempo tutuyor: “Hadi şoför, gazla gazla!”


Dolmuş hareket etti, yokuşa sardı. Şoför amca gazı kökledi, motor “vıjjjj” diye inledi. Tam o anda:  

**DOMATES PATLAMASI!** Teyzenin poşeti yırtıldı, 2 kilo domates kucağıma lav gibi aktı. “Ay oğlum domatesleeer!” diye çığlık attı. Ben panikle topluyorum, ama dolmuş zıpladıkça domatesler koltuk altına, ayakkabıların içine, hatta horozun kafesine kaçıyor! 😱  


Horoz bunu fırsat bildi: **KAFESİ KIRDI!** Tavuklar “gıdak gıdak” ortalığa dağıldı. Bir tavuk şoförün omzuna kondu, şoför “YOLCU TAVUK MU VAR?!” diye bağırdı. Dede bastonuyla tavuğu kovalıyor: “Gel buraya kebaplık!” Çocuk dondurma ağlamasını bıraktı, “Tavuuuk!” diye güldü.  


Tam kaos zirvedeyken dolmuş **fren yaptı**, yokuşun ortasında durduk. Şoför indi, kaputu açtı, bi’ şeyler yaptı, geri bindi: “Motor nazlı, ama Alanya erkeği bırakmaz!” dedi. Ama motor hâlâ “vır vır” diyor, çalışmıyor.  


Teyze panik: “Domateslerim ezildi, salatalıklarım kırıldı!”  

Abi: “Tavuklarım kaçtı, horozum nerde?!”  

Dede: “Benim baston tavuğun poposuna girdi!”  

Ben: Üstüm başım domates püresi, ayakkabımın içinde salatalık var, kucağımda horoz tüyü! 😭  


Şoför amca çözümü buldu: **DOLMUŞU YOKUŞ AŞAĞI BIRAKTI!** Freni bıraktı, dolmuş kendi kendine kaymaya başladı. Herkes çığlık atıyor, tavuklar uçuşuyor, domatesler yuvarlanıyor. Ben camı açtım, “Yardım ediiiin!” diye bağırıyorum, dışarıdan turistler video çekiyor: “Turkish rollercoaster!”  


Sonunda dolmuş kendi kendine merkeze geldi, şoför frene bastı: “İndik millet!”  

- Teyze: “Domateslerim gitti, ama salatalıklarım sağ!”  

- Abi: “Horozumu buldum, ama tavuklar hâlâ yok!”  

- Dede: “Bastonum tavuk poposunda kaldı!”  

- Çocuk: “Anne, dondurma tavuk yedi!”  


Ben indim:  

- Saçım domates çekirdeği,  

- Tişörtüm salatalık turşusu,  

- Cebimde horoz tüyü,  

- Elinde yarım domates,  

- Ayakkabımda tavuk dışkısı! 😅  


Şoför amca el salladı: “Kızım, yarın yine gel, bu sefer **karpuz** getiririm!”  


Alanya dolmuşu: Giriş 5 TL, macera bedava, terapi dahil! 😂😂😂


Senin dolmuş kaosun var mı, yoksa bu rekor mu? 😜

500T MACERASİ

Bir sabah, İstanbul’un en kalabalık saatinde, saat tam 08:17:34’te, Zincirlikuyu’nun göbeğinde, 500T’nin durağında bekliyordum. Hava puslu, sis Boğaz’ı yutmuş, herkesin suratında “Bugün de geç kalacağım” ifadesi. Yanımda, elinde kırık şemsiyeli bir amca homurdanıyor:  
“Bu otobüs gelmeyecek galiba, ben taksi tutayım. Ya da yürüyeyim, belki yolda bir ejderha bulurum, üstüne binerim!”  
Tam o anda, 500T köşeyi dönerken **kornası yerine lunapark sireni** öttü: “Vıııın-vın-vın! Şişli Ekspresi geliyor, bilet yerine gülüş kabul ediyoruz!”

Otobüs durdu. Kapı, paslı bir iniltiyle açıldı; içerisi zaten tıka basa dolu. Ayakta duranlar birbirine yapışmış, koltuklara gömülenler var, birinin kucağında **poğaça dolu bir tepsi**, ötekinin elinde **kırık bir selfie çubuğu**. Ben son anda kendimi içeri attım, kapı arkamdan “çıt” diye kapanırken, şoför amca koltuğundan fırladı. Üstünde İETT yeleği ama yeleğin üstünde **palyaço kravatı**, elinde **yangın söndürücüyü mikrofon niyetine** tutmuş, köpük püskürtmeye başladı:

“ARKADAŞLAR! BUGÜN TRAFİK VAR, SABIR LÜTFEN! KİM ERKEN İNMEK İSTERSE EL KALDIRSIN! BEN ONA ÖZEL ŞERİT AÇARIM, GEREKİRSE **UÇAN HALI** ÇAĞIRIRIM – AMA HALI KİRALIK, KİLO BAŞI ÜCRET ALIRIM! YOKSA OTOBÜSÜ **DENİZALTINA ÇEVİRİP BOĞAZ’DAN GİDERİZ**, HEM DE BALIKLARA ‘MERHABA, BENİM ADIM NEMO’ DİYE EL SALLARIZ, SONRA ONLAR BİZE ‘HOŞ GELDİNİZ, AMA TRAFİK BİZDE DE VAR’ DER!”

Köpük yağmuru başladı. Ön koltuktaki gözlüklü adamın lensleri köpük oldu:  
“Aaa! Kontakt lenslerim köpük balonu oldu! Şimdi her şey pembe panter gibi görünüyor – aaa, sen misin Şoför Bey, yoksa Garfield mı?”  
Yanındaki teyze, elinde tespih, köpükten sakal yapmış:  
“Evladım, bu köpük pembe panter kokuyor! Benim torun bunu sever, bir kutu alabilir miyim? Yoksa ben kendim üfleyeyim, toruna ‘Köpük Ejderhası’ diye satarım!”

En arka koltukta oturan **köpük sakallı teyze** (evet, aynı teyze), tespihi köpükten kaybolmuş, elinde sadece bir **köpük balonu** kalmış, parmak kaldırdı:  
“Ben Şişli’de inicem evladım! Ama acelen varsa şimdi bırak, ben yolda **köpük balonuyla simit satarım** – ‘Alana bir köpük, bedava baloncuk!’ diye bağırırım, torunuma oyuncak olur! Hem senin bu yangın söndürücün bozulmuş galiba, köpük yerine **pembe panter + naber kokusu** geliyor – naber Şoför Bey, yoksa senin mesai de köpük gibi mi uçuyor?”

Şoför amca dikiz aynasından baktı, bir kahkaha attı, gaza bastı. Otobüs roket gibi fırladı ama bu sefer **korna yerine karnaval havası çalıyor**, her korna “Dıt dıt dıt, Şişli ekspresi!” diye **konfeti atıyor**. Otobüsün tavanından konfetiler yağıyor, biri benim saçıma yapıştı. Yanımda duran **kırmızı montlu çocuk** (yaşı 8-9) bana dönüp:  
“Abi, bu otobüsün yeni kampanyası! Her 10 km’de konfeti, 20 km’de köpük, 30 km’de lahmacun! Ama 40 km’de ne var? Ejderha mı? Yoksa Şoför Bey’in esprileri mi, aman Allah korusun!”

İlk durak: 4. Levent. Kapı açılmadan şoför anons yaptı, ama bu sefer **mangal maşasıyla ritim tutarak**:  
“ŞİŞLİ’YE GİDEN VAR MI? YOKSA TAKSİM’E Mİ DÖNÜYORUZ? KARAR VERİN, YOKSA OTOBÜSÜ **UÇAN HALIYA ÇEVİRİP HEpinizi GÖKTEN ATARIM** – HEM DE İNDİRİMLİ PARAŞÜTLE, ÜSTELİK KONFERTİ HEDİYELİ, AMA PARAŞÜT AÇILMAZSA ‘KUSURA BAKMAYIN, BUGÜN TRAFİK VAR’ DERİM!”

İkinci durakta, kapı açıldı. İçeri giren adam: **uzun boylu, sakallı, elinde 3 poşet lahmacun, bir tavus kuşu, bir portatif mangal ve bir de **şişme unicorn boynuzlu şapka** takmış**. Şoför:  
“HOŞ GELDİN ABİ! ŞİŞLİ’YE Mİ?”  
Adam (nefes nefese): “Yok, Levent. Ama lahmacunlar sıcak, mangal hazır – belki yolda pişiririz, otobüs içi piknik yaparız!”  
Şoför: “OLMAZ! BUGÜN SADECE ŞİŞLİ HATTIYIZ! LAHMACUNLARI ŞİŞLİ’DE DAĞITIRSIN, TAVUS KUŞUNU **OTOBÜS MASKOTU** YAPARIZ, ADINI ‘KONFETİ’ KOYARIZ – AMA KUŞ KONUŞURSA ‘KÜÜÜ, TRAFİK VAR’ DİYE ANONS YAPAR! MANGALI DA ORTAYA KURARIZ, OTOBÜS İÇİNDE MANGAL PARTİSİ! UNİCORN ŞAPKAYI DA BEN TAKARIM, DAHA GÜZEL DURUR – BENİM ADIM ‘ŞOFÖR CORN’, UNİCORN’UN KUZENİYİM!”

Adam şaşkın: “Nasıl yani? Ben sadece Levent’e gidiyorum, lahmacunlar soğuyacak!”  
Köpük sakallı teyze ayağa kalktı, köpük balonunu şişirip patlattı:  
“Evladım, ben 45 senedir bu hatta biniyorum, ilk defa ‘kişiye özel otobüs’ görüyorum. HELAL OLSUN! AMA BİR ŞEY SORACAĞIM, BENİM TORUN İÇİN **KREŞ İNDİRİMİ** VAR MI? YOKSA TAVUS KUŞU BABASI MI OLUR – ‘BABA KUŞ, BANA SİMİT AL!’ DİYE BAĞIRIR? HEM BU MANGALDA KÖFTE VAR MI, BEN AÇIM! UNİCORN ŞAPKAYI DA TORUNUMA VERELİM, DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ – ‘TORUNUM UNİCORN OLDU’ DİYE MAHALLEYE ANLATIRIM!”

Mangalcı adam mangalı açtı, lahmacunları mangala koydu. Otobüsün içi **lahmacun kokusuyla doldu**. Yanımda duran **kırmızı montlu çocuk** annesine:  
“Anne, bu otobüs değil, mobil restoran! Bilet yerine lahmacun mu veriyorlar? Yoksa Şoför Bey lahmacunla mı maaş alıyor – ‘Bugün mesai, 5 lahmacun!’ diye?”  
Annesi (gözleri faltaşı): “Sus oğlum, belki bedava lahmacun alırız! Ama dikkat et, tavus kuşu lahmacunu kapmasın – ‘Küüü, benim!’ derse ne yaparız?”

Şoför: “Doğru! Bugün menü: **Lahmacun + Köpük + Konfeti + Tavus Kuşu Selfie**! İçecek olarak **pembe panter köpüğü** – içene ‘Naber?’ der, cevap vermezsen köpük olur!”

Üçüncü durak: Mecidiyeköy. Şoför frene bastı, ama bu sefer **kapı yerine portatif bir lunapark kapısı açıldı**, dönme dolap sesi geliyor, ışıklar yanıp sönüyor, girişte “Hoş Geldiniz! Bilet: 1 Simit” yazıyor. Şoför megafonla:  
“ŞİŞLİ EKSPRESİ, LÜTFEN İNİNİZ! İNMEYENLERE CEZA: **1 SİMİT + TAVUS KUŞUYLA SELFIE + MANGALDA KÖFTE SIRASI + UNİCORN ŞAPKAYLA POZ** – AMA POZ VERİRKEN ‘KÜÜÜ!’ DİYE BAĞIRIN, YOKSA KUŞ KISKANIR!”

Teyze indi, ama arkasından 7 kişi daha indi. İlk inen: **kırık şemsiyeli amca**, “Madem özel hat, ben de Şişli’de ineyim, simit alırım – ama simit köpüklü olsun, yoksa şikayet ederim: ‘Otobüsüm köpüksüz kaldı!’” dedi. İkinci inen: **poğaça tepsi sahibi teyze**, “Benim poğaçalar bayatladı, lahmacuna değişirim – ‘Poğaça mı lahmacun mu, yoksa köpük mü?’ diye oylama yapalım!” dedi. Üçüncüsü: **kırmızı montlu çocuk**, annesinin elini çekerek: “Anne, dönme dolaba biniyoruz! Ama dönme dolap otobüsün tekerleği mi – ‘Dön dön, Şişli’ye dön!’”  
Annesi: “Oğlum, bu otobüs! Dönme dolap değil, trafik dolabı!”  
Çocuk: “Ama kapıda ‘Lunapark’ yazıyor – yoksa Şoför Bey lunapark şoförü mü, ‘Bilet lütfen, yoksa köpük!’ diyor?”

Bir başkası **tavus kuşunu omzuna aldı**: “Bu otobüsün maskotu benim artık! Adı ‘Köpük’ olsun, çünkü kuyruğu köpük gibi – ‘Küüü, ben ünlüyüm, selfie isterim!’ derse şaşırmayın!” dedi. Bir diğeri mangaldan lahmacun kapıp: “Bu otobüs İETT değil, **Lahmacun Express**! İnexta ‘Yolcu indiriliyor, lahmacun dağıtılıyor’ anonsu yapın – yoksa ben yaparım: ‘Dıt dıt, lahmacun bitti!’”

Otobüsün içinde kalanlar:  
- Ben (köpük içinde, saçımda konfeti, elimde lahmacun)  
- Mangalcı adam (unicorn şapkayı takmış, mangalı çeviriyor)  
- Tavus kuşu (omzumda, kuyruğunu sallıyor)  
- Köpük sakallı teyze (tekrar binmiş, “Çantamı unuttum!” diye)  
- Kırmızı montlu çocuk ve annesi (çocuk tavus kuşuna binmeye çalışıyor)  
- Yanında **kedi taşıyan bir kız** (kedi köpükten korkmuş, tavus kuşunun kuyruğuna yapışmış, miyavlıyor)  
- Ve **şemsiyesi kırık amca** (tekrar binmiş, “Simit aldım, geri dönüyorum!”)

Şoför son bir anons yaptı, ama bu sefer **tavus kuşu eşliğinde, mikrofon yerine mangal maşasını vurarak ritim tutuyor, unicorn şapkayı sallıyor**:  
“ARKADAŞLAR, OTOBÜS BİTTİİİ! KALANLAR TAKSİ TUTSUN! BENİM MESAİ DOLDU, ŞİŞLİ’DE KAHVALTI EDİCEM! TEYZE DAVETLİ, TAVUS KUŞU **ANA YEMEK** – ‘KÜÜÜ, BENİ YEMEYİN!’ DERSE AFERİN DERİM, KEDİ **MEZE** – ‘MİYAV, BEN MEZE DEĞİLİM, KÖPÜK İSTERİM!’, ÇOCUK **OYUNCAK** – ‘ANNE, BEN OYUNCAK OLDUM!’, MANGALCI ABİ **ŞEF** – ‘LAHMACUN MU KÖFTE Mİ, YOKSA KÖPÜK SOSLU?’, UNİCORN ŞAPKA **PARTİ LİDERİ** – ‘BEN LİDERİM, HERKES KÜÜÜ DESİN!’”

Kapılar kapandı, otobüs boşaldı. Ben hâlâ içindeydim, köpük içinde lahmacun yiyorum, saçımda konfeti, omzumda tavus kuşu, elimde tavus kuşu tüyünden taç. Şoför dönüp:  
“Sen niye inmedin delikanlı?”  
“Ben aslında Taksim’e gidiyordum…”  
Şoför güldü, bir lahmacun, bir köpük balonu, **tavus kuşu tüyünden taç** ve **unicorn şapkanın minik bir kopyasını** uzattı:  
“O ZAMAN SENLE KAHVALTIYA GİDİYORUZ! TAKSİM’E **UÇAN HALIYLA** DÖNERİZ, HEM SPOR OLUR – AMA HALI YORULURSA ‘KÖPÜK DÖKÜN ÜZERİNE’ DERİM! AMA ÖNCE SELFIE ÇEKELİM, ‘500T’NİN EFSANE ŞOFÖRÜ, KÖPÜK SAKALLI TEYZE, TAVUS KUŞU, KEDİ, KIRMIZI MONTLU ÇOCUK, MANGALCI, UNİCORN ŞAPKALI ANNESİ VE REHİNESİ’ DİYE PAYLAŞIRIZ, HASHTAG #OtobüsKarnavalı #LahmacunExpress #KöpükPartisi #UçanHalıTurizm – AMA SELFIE’DE ‘KÜÜÜ!’ DEYİN, YOKSA KUŞ KISKANIR!”

Otobüs Şişli’ye doğru son bir gazla fırladı, ama bu sefer **tekerlekler dönme dolap gibi dönüyor**, otobüs havada süzülüyor, tavan açılıyor, **gerçek bir uçan halı** çıkıyor. Teyze halıya biniyor:  
“Evladım, bu halı benim çeyizimden mi? Üstünde ‘Made in Şişli’ yazıyor – yoksa çeyizim uçmuş mu, ‘Anneanne halısı kaçtı!’ diye mi diyeceğim mahalleye?”  
Mangalcı halının üstüne mangalı kuruyor: “Lahmacun havada daha güzel pişer – ‘Uçan lahmacun, yere düşme!’ diye dua edin!”  
Kedi tavus kuşunun kuyruğunda sallanıyor, miyavlıyor: “Miyav! İniş! Yoksa ben de ‘Küüü!’ derim!”  
Kırmızı montlu çocuk: “Abi, tavus kuşuna biniyorum! Ama kuş ‘Küüü, bilet lütfen!’ derse ne yapayım?”  
Annesi: “Oğlum, in aşağı, bu otobüs! Dönme dolap değil, kabus dolabı!”

Ben lahmacunla selfie çekerken, arkadan bir ses:  
“ŞOFÖR BEY! BEN DE İNDİM AMA ÇANTAMI UNUTTUM! İÇİNDE **UÇAN HALIM, 3 KUTU KÖPÜK, 1 TORBA KONFERTİ, TORUNUMUN DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ (UNİCORN ŞAPKA), VE 1 KUTU PEMBE PANTER KOKULU KÖPÜK** VAR! DÖNÜŞTE ALABİLİR MİYİM? YOKSA ÇANTAM ‘BEN UÇUYORUM!’ DİYE KAÇAR MI?”  

Şoför: “TABİİ TEYZE! AMA BU SEFER ÜCRET: **2 SİMİT, 1 KÖPÜK, TAVUS KUŞUYLA DANSA GİRMEK – ‘KÜÜÜ VALSİ!’, KEDİYLE SELFIE – ‘MİYAV POZ!’, ÇOCUKLA SELFIE – ‘ANNE, BEN ÜNLÜYÜM!’, MANGALDA KÖFTE SIRASI – ‘ÖNCE KUŞ, SONRA KEDİ!’, UNİCORN ŞAPKAYLA POZ – ‘BEN UNİCORN’UM, KÜÜÜ!’ VE UÇAN HALIDA TUR – AMA HALI DÖNERSE ‘DÖNME DOLAP MODU!’ DERİZ!” 

Tam o anda otobüs **gerçekten havalandı**, tavus kuşu “Küüü!” diye bağırdı, kedi miyavladı, çocuk “Uçuyooruz!” diye çığlık attı, ben lahmacunu düşürüp “Durun, ben Taksim’deyim!” diye bağırdım. Şoför son sözü, uçan halının üstünde mangalı çevirirken, unicorn şapkayı sallayarak:  

“Merak etme evlat, Taksim’e **paraşütle** bırakırım seni! Hem de **konfetili, köpüklü, lahmacunlu, tavus kuşu tüyüyle süslenmiş, unicorn şapkalı, kedi miyavlamalı paraşüt** – AMA AÇILMAZSA ‘TRAFİK VAR, PARAŞÜT GEÇ KALDI!’ DERİM! Ama önce bir tur **Boğaz üstünde lahmacun partisi** yapalım, balıklar da davetli! Balıklar simit isterse, teyze köpük balonu üfler – ‘Balıklara köpük, naber!’ diye!”

Otobüs gökyüzünde süzülürken, aşağıdan bir taksi şoförü korna çaldı: “Hey, 500T! İniş izni istiyor musun?”  
Şoför cevap verdi: “Gerek yok kardeşim, biz **hava otobüsüyüz** artık! Bilet: 1 lahmacun – yoksa köpükle uçarsın!”

Ve hikaye burada bitti… ya da yeni başladı, çünkü Taksim’e inişte paraşütüm açılmadı, lahmacunla süzülerek indim, saçımda hâlâ konfeti, omzumda tavus kuşu tüyü, elimde unicorn şapka, cebimde köpük balonu… Ve telefonumda 87 selfie: **#500TKarnavalı** trend olmuştu bile.